
Daha önce de yazdığımız üzere Osmanlı Padişahlarına, Padişah Efendilerime, kıymetli aile fertlerine, yani Osmanlı Hanedanı’na büyük bir muhabbet ve hürmetimiz var. Böyle bir iddiamız var ise de, layık olduğumuzu söyleyemeyiz tabi.
Onların, Sahabe Efendilerimiz’den sonra dinimize en büyük hizmeti ettiklerine inanırım.
Allah-ü Teâlâ hepsine çok büyük dereceler ihsan etsin. Bize de, inşallah Cennet’te tek tek ellerinden edep, hürmet ve muhabbetle öpmeyi nasip etsin.
Osmanlı Padişahları deyince aklımıza ne geliyor?
Savaşlar, fetihler, adalet, sömürü, katliamlar, hoşgörü…
Bunlar gibi birçok şeye sebep olmuş iktidar sahipleri geliyor akıllara, herkesin meşrebince tabi.
Kimilerince neredeyse hatasız, kusursuz insanlar. Kimilerince vahşetlere, kendi iktidarları için her türlü dalavereyi çevirmiş kötüler…
Her insan gibi hata yaptıkları kanaatinde olup, bu hatalarının bilerek ve isteyerek olmadığını bilip, gereken muhabbet ve hürmeti gösterenler, her halükârda ecdat bilenler…
Dedik ya, tıynet meselesi.
Bir de, hemen hepsinin şiirle iştigal etmesi, şairlikle…
Bilen bilir… Bilmeyen okusun. Şairliktir ya, mürekkebe kolay.
‘Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek
Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek’
Anlatılagelmiştir.
Muhtelif yazarlar anlatmışlar yazmışlar. Biz de biraz kendi ifadelerimizi eklemeye çalışarak alıntılayalım.
Rivayet odur ki, Yavuz Selim Han’a Mısır’a sefere çıktığında hizmetini görmesi için bir cariye verirler. Sefer sırasında Padişahın yatağını toplasın, yemeğini versin; yokluğunda bunları yapsın, çadırını toplasın, çevirsin. Cariye görevi icabı elbette Yavuz Sultan Selim Han’ın olmadığı zamanlar icra eder görevlerini. Kaderin bir cilvesi, nasıl olmuştur bilinmez; kim geç kalmıştır kim erken, göz göze gelirler bir gün. Yavuz Selim Han her ne kadar edebe riayet ederek gözlerini mühürlese de, cariye bil(e)meden haddi aşar ve Yavuz Selim Han’a âşık olur.
Bu bir hata değil, belki bir kazadır.
Aşk taşınası bir yük değildir. Hele hele bir Sultan’a dair bir aşka boyun eğmemek mümkün değil. Bir gün cariye, bu yükün sıkıntısına dayanamaz ve işlerini bitirdik sonra yatağın üzerine bir not bırakır: ‘Derdi olan neylesin?’ Büyük Sultan, koca Padişah akşam olup çadırına geldiğinde notu görür, durumu anlar ve cevap yazar: ‘Hiç durmasın söylesin.’ Sabah olunca görevine gelen cariye duyduğu aşkın yükünün ağırlığına bir ağırlık katmanın hüznü ve merakı içinde hiç beklemeden cevabı okur ve bir not daha bırakır: ‘Korkuyorsa neylesin?’ Yavuz Selim Han yine akşam olup istirahate geldiğinde notu okur ve bir cevap daha bırakır usulca: ‘Hiç korkmasın söylesin.’
Artık Sultan yüz yüze bir cevap, bir itiraf beklemektedir cariyeden. Bir yandan isminin önüne Yavuz alacak kadar Yavuz olan, zamanının iki büyük devletinin adlarını silen ve en büyüğü ve en önemlisi Kutsal Toprakların Hizmetkârı olmakla şereflenmiş koca bir kul ve karşısında adını bir-iki kişinin bildiği belki de, bir cariyecik…
Sabah olur, cariye karşısında Yavuz Sultan Selim Han’ı görünce, dilinden bütün ruhunu alev alev sarmış bir hal ile sadece: ‘…şey Sultanım, ben sizi…’ sözleri dökülür ve canını cananın karşısında Rabbine teslim eder.
Kıyamete değin Yavuz ile anılacak olan Selim Han, sekiz senede devleti tam manasıyla İmparatorluğa çevirmiş, Ehli Sünnet’in en büyük hamilerinden, usta bir komutan olan Yavuz Selim Han, ustalığını şairliğinde de konuşturur ve sonu ‘Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek’ mısraları söyler.
Aşk gökkuşağının başlangıç noktasına varamamak, rüyalarda öylesine bilmediğin bir menzile koşmak ya da sanki hiç bitmeyecek sıra sıra olayların peşinde kovala(n)mak gibi bir şey ise…
Yani, aşk elbette ötelerin ötesinde, ve yine ötelerin ötesinde ise… o sonu gelmeyecek, kavuşamayacağımız aslın yoluna meftunuz.
Talip olduğumuz hakikat ceddimiz gibi haddi aşmadan edebe riayet ederek durmadan yürümektir.
Yavuz gibi.
"Kırmızı Yavuzdur!"
Misafir