“Bir insanı yargılamadan önce, gökte üç ay eskiyinceye kadar onun mokasenlerinde yürü.”
Kızılderili Atasözü
Gözlerin sadece görüneni algılayabildiği toprakların arasından delicesine fışkıran ayrıksılığımla alaycı ve boş bakışları hiçe sayarak, benim için ömrüme neden olacağını bile bile altı ay boyunca mokasenlerini takip ettim seni tanıyabilmek ve anlayabilmek adına. Aralık kapının ardına saklayarak kendini, yalnızca başını uzatıp uzaktan izlerken sen beni; her bir davranışına ve sözüne anlamlar yükledim, sarkacın özelliğini yitirdiği zaman süreçlerinde. Bilmemek ve bilememenin neden olduğu kaygının getirisi olan korkusuzluğun tedirginliğiyle; cevapları hep muhtemel olarak kalacak, sormamam gereken sorular sordum, senden habersiz, sana dair. Oysa her şey çok daha basit olmalıydı. Öyle demişti geçen hafta görüştüğüm; eskiden kirpikleri kaşına değen, şimdilerde ise kirpiksizliğin eşiğindeki arkadaşım, hayatının dönüm noktası olan geçmişini anlatırken.
“Evet, yaptığım davranış kötüydü, bunun için yaklaşık üç ay görüşemedik zaten. O ise, kırıldığını bile ifade etmedi. Sessiz, sakin köşesine çekildi. Aramalarım yanıtsız kaldı, sesime ses verdiğinde ise güvenirliğim azalmıştı. Bir şeyler yapmalıydım. Üzen, yıpratan bendim ve toplumsal rollerimiz, bizler dünyaya gelmeden çok öncesinde biçilmişti. Karmaşık düşünceler beynimde dolaşırken oysa her şey çok daha basit olmalı dedim kendi kendime. Hani Pavese diyor ya; sözler değil eylem; diye. Sözcüklerin anlamını yitirmesini değil, anlamın kapasitesini doldurduğu zamanı ve taşıdığı anlamın gerçekliğinin ortaya konulmasını ifade ediyordu bu üç kelime.” diyerek devamında olumlu sonuca nasıl ulaştığının ayrıntılarını anlatmıştı ve arkasından da yazılarımdan çıkardığı sonuçlara dayanarak “Bunun için sorgulama, anlamlar yükleme ve sadece basit düşün, yoksa çok yıpranırsın” cümlesini eklemişti; bir zamanlar ifadelerini anlamakta zorlandığım, soyut düşünme üzerine bir başkasını tanımadığım, şimdilerde ise sade ve basit yaşamayı tercih eden arkadaşım.
Sade düşünmek ve yaşamak adına; kelimelerin ardındaki anlamları irdeleyip hakkını vermeden, önünü sonunu düşünmeden onları uzay boşluğuna fırlatır gibi savuracaksam, ait oldukları yerlere yerleştirmeyeceksem, adına çatışma denilen iletişimsizliği ya da yavan, yüzeyel, yanlış ifadeleri doğurmayacak mıydı? Sorgulama sürecinde ortaya çıkan soruların da elbette bir cevabı olmalıydı. Çünkü hayat bir felsefe değildi, soruları sorup geri çekilinecek. Ancak felsefe hayatın içinde anlam kazanabilirdi ve sonuçta edinilen anlam, belirsizlikleri dağıtıp durağanlığa son verebilirdi. Eylemsizlik, eylemsizliğin içindeki devinim ve sade düşünme ise çok uzağımdaydı. Ta ki sen bunu bana öğretene kadar.
Gitmeden bir gün öncesinde yaşananın acısını çıkarmak istercesine boyumu aşan öylesine yüksek duvarlar örmüştün ki, bırak sana ulaşmayı, gözlerim gözlerine dokunamıyordu bile. Arkanı döndüğünde ise demir kapının soğukluğu ve kapanışının çıkardığı gürültülü metalik sesle ürperdim. Attım kendimi, o çok sevdiğim kentin caddelerine ve kaos başladı.
Gidişinle avuç içlerim tırnak izlerimle tanıştı ve bu tanışıklık görüşmelerini devam ettirdi.
Günlerce sustum, dişlerim ilk önce birbirine geçti sonra diş etlerime. Tattığım tuzlu sıvıların sayısına bir yenisi daha eklendi.
Evimin kapısındaki zilin sesine cevap olarak açılan kapının ardındaki biri, ruhu alınmış bir beden görünce korktu, rengi attı. Birinin ardındaki diğerinin ise içi titredi, inceden bir çığlık koptu kimse duymadı. Gözlerinden bile sakındıkları, ailenin; şımarık, asi, tek kızı olan benle; her zamanki gibi ilgilenmek istediler ama ilk kez reddettim bu ilgiyi.
Soğuk duşun altına bırakarak saklamaya çalıştım kendimi. Tenime değen buz gibi damlalar gözlerimin şişmesine engel olamadı. Sadece ateş yüksekliği ile kendini belli eden alt solunum yolu enfeksiyonuna neden oldular. Haftalarca hırıltılı bir nefes ve derin öksürüklerle dolaştım yan yana, yürüyüş yaptığım yollarda.
Günün erken saatinde ben kahvaltı yapabileyim diye bana eşlik edenlerle masadayken gözlerimin önüne akşamdan kalma bir kare düştü. Temizlik hissi veren ellerinle ince belli bir bardağı tutuyordun, akşam yemeğinden sonraki an be an tadı çıkarılan çay keyfi saatlerinde. Zeytin tanelerinin arasına düşen kareye bakarken ellerimin arasındaki kızarmış ekmeğin kuru yüzeyi yavaş yavaş ıslandı, gözenekleri açıldı, genleşti. Devam edebilmek için ucundan kopardım, attım ağzıma ama yutamadım. Masadaki hiç kimse yutamadı. Sonra bir hışımla gardırobun başına geçtim. Ayıkladım siyah, beyaz renkli kıyafetlerimi ve çöpe attım şaşkın, tedirgin bakışlar arasında. Yalandı siyah, beyaz renklerin hüznü; yalandı yansıtmaya çalıştığı duygular. Ortada tüm ağırlığıyla basit bir gerçek vardı; ilk önce göremediğim, ardından görmek istemediğim, sonrasında kabullenemediğim, şimdilerde kâğıtlara aktardığım; üç basit kelimeden oluşan, basit bir gerçek. Pavese’nin sözü: “ Sözler değil, eylem! “
“Birini nasıl seviyorduk? Nereden başlıyorduk? İlk önce seviyor muyduk? Yoksa ilk önce güveniyor muyduk?” diye soruyordu Oğuz Atay. Ben ilk önce güvenmeyi seçerken aynanın karşısına geçip şiirler okudum, gözlerimdeki sana bakarak ve E. Cansever’in meşhurluğuna bir çeyreklik meşhurluk daha eklendi, gün ışığımın mikrofonik sesi eşliğinde.
Başlangıçta ayrımına varamasak da duyanların kıskanacağı türden bir sevdaydı bu ve nitekim de öyle oldu. Sen yerinde değildin ve bu sevdayı kıskananların bakışlarının bıraktığı etkiyi ancak içerek unutabilirdim ve içtim; bir, iki, üç diye saydı acı bir sessizliği paylaştığım arkadaşım. İçtim ama unutamadım, baş etmekte zorlandım ve nasıl baş edildiğini öğrenmek üzere aşkın toprağına doğru yollara düştüm. Sacayağına benzettiğim kente girişte Can Dost’un sıcaklığı karşıladı beni, güven ve huzur veren yüz ifadesi ile. Aradığım sorunun cevabı buradaydı ve anladım zaman içinde, öğrenip öğrenemediğim ise henüz belli değildi.
Gündüz saatlerinde can dostun canı; kokusunu içime çekmekle doyamadığım, kıvır kıvır saçları ile sevimlilik abidesi olan manevi yeğenimle yuvarlanarak oyunlar oynadık. O’nun uyku saatlerinde hissettim senin eksikliğini. Acıdan kaçmak insani bir gereksinim olsa da; bana seni ihmal ediyormuşum gibi geldi ve canım acıdı. Oysa diğer türlü de canım acıyordu. Ortası yoktu bu duygunun. Ama aslında her şey çok daha basit olmalıydı. Söyleyecek sözü olan; yazardı, konuşurdu, yollara düşerdi.
Ortada tüm ağırlığıyla basit bir gerçek vardı, üç basit kelimeden oluşan, basit bir gerçek. Pavese’nin sözü: “Sözler değil, eylem!“
Misafir